Gnostisizm, genellikle erken dönem Hristiyanlığı zamanı ortaya çıktığı düşünülse de çok daha eski bir tarihe sahiptir. Antik Mısır, Zerdüştçülük, Antik Yunan Ezoterizmi gibi kültürlerin yanında Pisagor ve Platon felsefesinden etkilenmiştir. Hakikatin göründüğünden çok daha farklı olduğunu ve hakikate yalnızca keşif ve ilham yoluyla ulaşılabileceğini iddia eder. Gnostisizmde maddi dünya yalnızca bir hapishane ve kurtulunması gereken bir yerdir. Dünyayı yaratan varlık, tanrının kendisi değil insanların tanrı diye taptıkları ancak sahte ve kusurlu olan bir varlık Demiurgostur. Bu makalede, dinlere bambaşka bir açıdan bakan ve tarihte her zaman mücadele edilmiş batıni gnostisizmin kökenleri ve felsefesinin derinliklerine inip bir giriş yapacağız.
Gnostisizmin Doğuşu ve Tarihsel Gelişimi
Gnostisizm, genellikle Hristiyanlığı batıni çerçeveden yorumlayan bir ekol olduğu öne sürülür. Ancak gnostisizmin kökenleri çok daha eskiye dayanmıştır. Zaman zaman kendini ezoterizmin ve Bâtıniye’nin perdeleri altında sergilemiştir. Gnostiklerle ilgili bilgilerin bir çoğu Mısır’daki Nag Hammadi kasabasında keşfedilmiştir. Nacinin Hamd ettiği yer anlamına geldiği düşünülen Nag Hammadinin ismi de gnostiklerdeki Naci inancından geldiği söylenir. Bulunan belgelerden anlaşılanlara göre gnostikler kurumsal dinler tarafından dışlanmış ve kafir olarak ilan edilmiştir. Bundan dolayı gizli ve kaçak yaşamak zorunda kalan gnostikler, ellerindeki dokümanları mağaralara gömmüşlerdir. Bu dokümanların bulunması ve tarih bilimine geçilmesi 19. asırda mümkün olmuştur. Gnostisizmin tarihi Antik Mısır’ da Kaos tanrısına tekabül eden Seth tapınıcılarının içinde ortaya çıktığı düşünülür. Daha sonra iddiaya göre bu seth inancı şite dönüşmüş ve şit-i naci kavramı ortaya çıkmıştır. Gnostisizm tam olarak Adem ve Havva’nın ilk günah kavramıyla kendini bulacak. Bu zamana kadar kendini antik mısır dini içerisinde biraz sonra bahsedeceğimiz felsefenin temsilcisi ve yorumcuları olarak görüleceklerdir.
Tevrattaki yaratılışı yorumlayan gnostikler, Adem ile Havva’nın yaradılış aşamasına bambaşka bir yorum getirdiler. İşte bu yorumla birlikte tam olarak gnostisizm kendini ortaya koymuştur diyebiliriz. Gnostiklerin ortaya koyduğu şey, Adem ile Havva’nın yasak meyveyi yedikten sonra günahkar olması ve günahkar oldukları için onlardan doğacak tüm çocukların da günahkar olarak dünyaya gelmesi gerektiğidir. Burada inançlılar zahiri ve batıni olarak ikiye ayrılırlar. Zahiri olanlar dünyanın tanrı tarafından yaratıldığını ve bu tanrının yasalar gönderdiğini, insanların da bu yasalara uyarak yaşayıp, ibadet ederek kurtuluşa ereceğine inanırlar. Ancak gnostikleri oluşturan batıni kesim, eğer Adem ve Havva günahkarsa onun soyundan gelen herkesin günahkar olduğuna ve zahiri şeylerin yani ibadetlerin, şeriata uymaların kurtuluş için yeterli veya önemli olmadığına inanırlar. Gnostiklere göre kurtuluşun tek şartı, insanın irfaniye yani sezgisel ilme yönelmesidir. Ancak bu ilimle insan kendine yönelip kendini arındırabilir. Kendini arındıran insan da İnsan-ı Kamil olarak monatların monadı olan birle yani tanrıyla bütünleşir.
İşte bu ayrımdan sonra gnostikler yeni bir kavram geliştirirler. Sethden geldiği öne sürülen Şit-i Naci inancı. Bu inanca göre insanlar 73 farklı fırkaya bölünmüşlerdir. Bu sayının 73 olmasının nedeni o dönemler tespit edilmiş 5 gezegenin olması bundan dolayı da haftanın 5 gün olması. Haftanın 5 gün olmasıyla birlikte bir yıl toplam 72 haftadan ibaret oluyor. Bu beş gezegenden her biri her hafta için bir kavim yaratıyor. Bundan dolayı toplam 72 tane kavim ortaya çıkıyor ancak bu 72 kavim zahiri olan kavimleri yani Adem ile Havva’nın soyundan gelen günahkarları oluşturuyor. Bir 73. kavim daha var ki gezegenler onları kendine saklıyor ve bu 72 kavimin arasında gizliyor. İşte bu 73. kavim dediğimiz kişiler Şit soyundan gelenleri yani Güruh-u Naci’yi oluşturuyor. Bu güruh-u nacinin ayrı bir kavim olmasının sebebi alevilikte bahsedildiği üzere Şit peygamberin yani Naci’nin günahsız olarak yaratılmış olması ve adem soyundan biriyle evlenmek yerine Naciye adında bir huriyle evlenmiş olması. İşte bu birlikten doğanlara Güruh-u Naciye adı veriliyor. Zahiri olanın karşısında duran gnostikler bu Güruh-u Naciye kavmini oluşturuyorlar ve hakkaniyeti batıni olanda arıyorlar.
Yahudi inancının içindeki bu gnostikler sayesinde Yahudiliğin içine uhrevilik yani metafizik giriyor. Önceden genel Yahudilik daha çok maddeci bir anlayışa sahipken. Gnostiklerle beraber tanrının uhreviliği ve kurtarıcı olan Mesih gibi kavramlar iyice Yahudiliğin içine yerleşiyor. Roma’nın Yahudileri kendi boyunduruğu altına almasından sonra Yahudilikte 3 farklı mezhepsel grup ortaya çıkıyor. Bu mezhepler: Ferisiler, Sadukiler ve Essenilerdir. Ferisiler: bugünkü geleneksel Yahudi inancına sahipler. Ruh ve ölümden sonra tekrar diriliş yani kıyamet, melek gibi kavramlar vardır. Sadukiler ise daha maddeci Yahudilerdir. Ruh, melek, kıyamet gibi kavramlara inanmazlar. Tanrının uhreviliği yoktur her şey bu dünyada olur ve biter. Bu iki zıt mezhebin yanında gnostiklerin ortaya çıkardığı Esseni tarikatı ortaya çıkıyor. Bu tarikat Yahudi şeriatını ve Tevrat’ı gnostik çerçeveden değerlendiriyor. Tarihte Kumran Essenilerinin Roma İmparatorluğunun eline düşmemek için toplu bir şekilde intihar ettikleri yer almaktadır. Ölü Deniz Yazmaları denilen 20. yüzyılda bulunan ve nasranilikle ilişkili olan bu gnostik yazmaların, Kumran Essenileri tarafından yazıldığı düşünülüyor. Ölü Deniz Parşömenleri, içeriğinde hristiyanlığa dair bir çok veri sunuyor. Örneğin Haç üstünde asılan adam, İncilde geçen aslan benzetmesi gibi çeşitli isevi çağrışımlar yer alıyor. Bu açıdan Ölü Deniz Parşömenleri gnostisizmin veya gnostik görüşün Nasranilerle yani Hristiyanlıkla ilişkisindeki temelleri anlayabilmemiz açısından büyük bir önem teşkil ediyor.
Gnostikler geleneksel Hristiyanlar tarafından tarih boyunca her zaman sapkın olarak nitelendirilmişlerdir. Erken Hristiyanlık döneminde Irenaeus, Tertullian ve Hippolytus gibi Kilise Babaları, Gnostik öğretileri “sapkın” ilan ederek onlara karşı yoğun bir mücadele yürütmüşlerdir. Gnostik metinler kilisenin otoritesine ve temel öğretilerine doğrudan bir meydan okuma gibi görülmüştür. Gerçekten de gnostiklerin iddia ettiği hakiki Nasranilik ile kilisenin iddiası arasında büyük zıtlıklar bulunmaktadır. Örneğin: Gnostikler, İsa’nın tanrının oğlu olduğuna inanmazlar, Yahuda gnostiklere göre bir hain değil İsa’nın ruhunu bedeninden ayırmaya çalışan İsa’yı kurtuluşa erdiren ve bunu yapması için İsa tarafından görevlendirilmiş birisidir. Bunun dışında, gnostisizmde kiliseden farklı olarak bir kıyamet yani yeniden diriliş olacak fakat bu diriliş bedensel olarak değil ruhani olarak gerçekleşecektir. Geleneksel Hristiyanlıkla en büyük farkı gnostisizmde yer alan yaratılma aşamalarıdır. Gnostisizme göre evreni yaratan varlık gerçek tanrı değildir. Çünkü evren ve insanlar kusurludur. Kusursuz bir varlıktan ise kusurlu bir varlığın çıkması mümkün değildir. Bu yüzden insanları kendini tanrı zanneden ve bazı gnostiklere göre tevratı da onun gönderdiği kusurlu bir varlık olan demiurgos yaratmıştır. Bu ve bunun gibi daha fazla nedenden ötürü gnostisizm hiçbir zaman ana akım Hristiyanlıkla bağdaştırılamamış ve hep dışlanmışlardır. Bu da gnostiklerin varlıklarını gizli ve perdeler altında yürütmesini sağlamıştır. Günümüzde kendini gnostik olarak tanımlayan bir cemaat ya da tarikat olmasa da gnostisizmin izlerini çok yakın olduğumuz Anadolu coğrafyasında bol bol bulabiliyoruz. Bektaşi-Alevi geleneğin ve Sufizmin içerisinde de Gnostisizme dair bir çok iz görebiliyoruz.

Gnostiklerin Temel Öğretileri ve Felsefesi
Gnostisizm, Yunanca’da “bilgi” anlamına gelen “gnosis” kelimesinden türemiştir. Gnostisizme irfaniyye de denilir. Bu ekole göre hakikat, ancak sezgisel bilgi yoluyla elde edilebilir. Gnostisizmin, Pisagor ve Platondan oldukça fazla etkilendiğini söyleyebiliriz. Gnostisizm’de tanrı tıpkı Pisagor’da olduğu gibi birdir. Evren bir bütündür ve her şey tanrıyla bütünleşir. Tıpkı Pisagorculukta olduğu gibi gnostisizmde beden ruhun bir hapishanesi olarak görülür. Bu yüzden bedenle alakalı olan şeyler bizi yalnızca kısıtlayan şeylere yöneltecektir. Yapılması gereken bedensel arzulardan çok, ruhsal olana önem vermek ve bu şekilde ruhun etkinliğinin arttırmaktır. Ruhun etkinliği arttırıldıktan sonra kişi, dünyaya sıradan insan gözüyle değil ermiş birinin gözüyle bakar. Sezgileriyle, ilham yoluyla çeşitli bilgiler elde eder ve bütün hayatını bu bilgileri elde etmenin verdiği hazza göre yaşar. Dünya hayatı ve dünya hazları, ermiş kişi için oldukça bayattır ve dünya bir sürgün yeri haline gelir. Gnostisizmde ölüm yalnızca ruhun bedenden çıkması olarak görülür. İnsan-ı Kamil olma aşamasına erememiş ruhlar dünyada bir bedene tekrar bağlanırlar ve tekrar yaşarlar. Bu açıdan Gnostisizmde Pisagor’daki Orphizme yakın bir görüş olduğunu söyleyebiliriz. Gnostisizm’de gnostikler kendilerini avamdan yani sıradan halktan ayırırlar. Ancak İsa’nın öğretilerini ve kendi gnostik görüşlerini de avama yaymak için çaba gösterirler.
Gnostisizm’de tıpkı Pisagor’da olduğu gibi düalizm hakimdir. Gnostisizme göre ışığın ve karanlığın, bir savaşı söz konusudur. Işığın temsilcileri iyilik, ruh ve tözken karanlığın temsilcileri madde ve kötülüktür. Yine Pisagor’da da gördüğümüz monatların monadı olan her şeyin üstündeki ve her şeyin ondan geldiği varlık “Bir” yer almaktadır. Gnostiklere göre gerçek tanrı işte bu monatların monadı olan tanrıdır. Bu tanrı evrene aşkın, her şeyin kaynağıdır ve kusursuzdur. Bu tanrıdan aeon adındaki tanrının tecellileri sudur eder. Bu fikirlerin de Platon’un idealar kuramına oldukça benzediğini söylemek gerekir. Bir gnostik ekolü olan Marcusianlar yine Pisagor’dan etkilenmiş olacaklar ki bu aeonların sayılar ve sesler olduğuna inanırlardı. Aeon olan bu ideal varlıklar pleroma adlı bir nur bölgesi oluştururlar. Evrendeki bu nur bölgesinin aşağı seviyelerine indikçe nur azalır ve karanlık artar. Karanlığın olduğu bu bölgelere de kenoma bölgeleri denir. Kenoma bölgeleri Platon’daki fenomenler alemine karşılık gelir. Bu alem maddi dünyanın alemidir. Burada gerçeğin kendisi değil yalnızca göstergeleri bulunur. Bu düşüncelerden sonra yine Platon’da da görebileceğimiz Demiurgos düşüncesini Gnostsizimde de görürüz. Demiurgos Platona göre her şeyin üstündeki iyi ideasından pay almış, safi iyi bir düzenleyicidir. Kaotik maddeyi alıp ideal varlıklara bakarak düzenler ve bu düzenlemesi sonucu madde ortaya çıkar. Platon’un bahsettiği bu Demiurgos, gnostisizmde yine görülür fakat bazı farkları vardır.
Platonun demiurgosundan farklı olarak gnostisizmdeki demiurgos, pleroma bölgesindeki Sophia adlı bir varlığın hatasıyla ortaya çıkmıştır. Sophia yani bilgelik ideası, tanrıyı kendi başına bilmek istediği için pleromadaki uyumu bozar ve bu bozulmanın sonucunda Sophia seviye düşer. Sophia’nın düşüşünün sonucu olarak da onun arzusu, hatalı bir şekilde gerçeklik kazanır ve Demiurgos oluşur. Demiurgos tıpkı Platon’da olduğu gibi Gnostisizmde de maddeye biçim veren ve maddi alemi yaratan varlıktır. Ancak Demiurgos, gnostik görüşe göre pleromadan ve monatların monadı olan tanrıdan bihaberdir. Kendini tanrı zannetmektedir ancak o yarı cahil sahte bir tanrıdan öte değildir. Gnostisizmde kendini tanrı zanneden demiurgos, maddi alemin yöneticisi konumunda olduğu için iyi bir varlık da denilemez. Hatta şeytanlaştırılmış kötücül bir varlık olarak bile görülebilir. Hatta Tevrat’ın tanrısının gerçek tanrı değil de demiurgos olduğuna dair görüşler de vardır. Bu şekilde Tevrat’ın tanrısının kusurlu olduğu ve gerçek tanrı olmadığını söylerler. Daha önce bahsettiğimiz 73 fırkanın 72’si kendini demiurgosa adamış, hakikatten bihaber olan insanlardır. Bu insanlar demiurgosa bağlılıktan kurtulamadıkları müddetçe demiurgosla beraber yok olmaya yüz tutmuşlardır. Gnostikler ise 73. fırka olarak yalnızca monatların monadı olan tanrı için yaşarlar. Onlar maddi dünyanın sahte ve gelip geçici olduğunun farkındadır bu yüzden tüm hayatlarını insan-ı kamil olmaya adarlar. İnsan-ı kamil olan kişi mutlak birle yani tanrıyla bütünleşecektir. Bu görüş tasavvufa da sıçramıştır. Bu görüş, İslam literatüründe fenafillah makamına erişmek olarak görülür.

Apokrif Metinler Sahte Mi?
Bu yazıda daha önceden de bahsettiğimiz gibi geleneksel Hristiyanlık, yani Ortodoks ve Katolik Hristiyanlığı, ikisi de gnostisizmi reddeder ve bunu sapkın bir görüş olarak addeder. Gnostik metinlerin ve gnostik İncillerin apokrif metin olduğuna dair görüş birliği vardır. Apokrif metin daha çok sahte metin, uydurma gibi görülse de aslında öyle değildir. Yalnızca otoritenin dışında kaldığı anlamına gelmektedir. Nag Hammadi yazmalarının içinde bulunan Thomas İncil’inin yazım tarihinin 1. yüzyılda olduğuna dair ciddi tartışmalar vardır. Ölü Deniz Parşömenleri için de benzer bir tablo söz konusudur. Bu bağlamda bu yazmalarının tarihinin İsa’nın yaşamına çok yakın olduğunu ve sonradan yazılmış olma ihtimalinin azaldığını görebiliyoruz. Gnostik Nasraniler, daha içe dönük bir inanca sahip olduğu için varlığını kolayca sürdürebilmesi mantıken çok mümkün değildir. Aziz Pavlus, Hristiyanlığı Roma’nın da kabul edebileceği bir konuma getirmiştir ve Hristiyanlık Pavlus’un görüşleri etrafında kendini yükseltmiştir. Çünkü Pavlus’un Hristiyanlığı, gnostiklere nazaran daha avama uygun özellikler taşıyordu. Bu yüzden sadece Hristiyanlık olarak değil genel olarak dinlerin batıni değil de zahiri özellikleriyle ön plana çıktığını ve zahiri olan kesimin batıni kesimi ezdiğini, onlara karşı savaş açtığını rahatlıkla görebiliyoruz. Zahiri bir görüşle insanları etkilemek ve bunu kurumsallaştırmak, çok daha kolay. Bu kurumsallaşmış dini yapılara zarar gelmemesi için ve kilise gibi otoritelerin de otoritesinin sarsılmaması için gnostik belgelerin basılmasını yasakladığını, görüldüğü yerde yakılıp yok edildiğini görüyoruz.