Darren Aronofsky’ ın yönettiği The Fountain, yönetmenin diğer filmleriyle benzeşerek sembolik bir dille bizi ruhani bir yolculuğa çıkarıyor. The Fountain, ölümün soğuk yüzünü reddeden Tom’un bilimin peşinde ölümsüzlüğü ararken yaşamı kaçırmasını ve ölümü kucaklayan Isabel’in ölmeden önce yazdığı sonu olmayan bir kitabın çerçevesinde ilerler. Kitap, Tom’a ölümün ve yaşamın döngüsünü ve yeniden dirilişi, her yapım için gereken yıkımı fantastik bir öyküyle anlatır. Sonu olmayan bu kitabı Tom’dan bitirmesini ister. The Fountain’de kitabın sonu Tom’un yaşamının tekamülüne göre şekillenecektir.
The Fountain’de Kabala, Pisagor ve Sokrates Esintileri
Darren Aronofsky, The Fountain’ de olduğu gibi Pi, mother!, Nuh Büyük Tufan gibi filmlerde dini anlatılara ve özellikle Kabala’ ya dair anlatımlar sunmuştur. The Fountain’ de bize ölüm, yaşam ve ruhla ilgili kabalada da yer alan felsefi anlatımlar sunar. Kabala öğretisi büyük oranda Pisagorculuk içerir. The Fountain’de de Pisagor’un görüşlerine çok yakın sözlerin söylendiğini görürüz. Örnek olarak: “Bedenlerimiz ruhlarımızın hapishaneleridir. Derimiz ve kanımız, tutsaklığımızın demir parmaklıklarıdır. Yine de korkmayın. Et çürür. Ölüm her şeyi küle çevirir ve böylece, ölüm her ruhu serbest bırakır.”
Pisagora göre evren ikili (dualite) bir yapıdadır. Bu dualite sayıları oluşturur. Her şeyin özünde bu sayılar vardır. Evrendeki her şey, bu sayıların harmoniası (uyum) sayesinde vardır. Bu ilke de tüm bu sayıların da ondan geldiği monadların monadı olan “bir” den gelir. Evrenin kendisi veya tanrı (artık ne derseniz) işte bu “bir” dir. -Monadların monadı olan “bir” den kastedilenin tam sayı olan “bir” olmadığını söylemeliyim. Monadların monadı ne tektir ne de çifttir, onun hiçbir karşıtı yoktur tam sayı olan bir sayısı da ondan gelir.- The Fountain, tümör, kar tanesi, hayat ağacı ve Xibalba (ölüm yıldızı) görsellerini göstererek benzerlikleri üzerinden bize evrenin bir bütün olduğunu ve her şeyin arasında harmonik bir bağ olduğunu göstermeye çalışır.
Evrendeki her şey asli ilkeye göre çalışmaktadır. Bu asli ilke zıtlıkların uyumudur. Evrendeki her şey zıtlıkların birbiriyle dengelenmeye çalışmasıyla hareket eder. Hareketin sebebi, bir yerden artan değerin diğer taraftan dengelenmeye çalışmasıdır. Eğer zıtlıklar birbirini dengelemeye çalışmasaydı bu bir döngü olmaz düz bir çizgi gibi ilerler ve en sonunda hareket sona ererdi. Evrende her şey zıtlığıyla sağlandığına göre yaşamın olabilmesi için ölüm, ölümün olabilmesi için de yaşamın olması gerekir. Bu uyum bir döngü şeklinde hep birbirini doğurarak ilerler. Bundan ötürü ölüm, Kabala’ya, Pisagora ve birçok filozofa göre göre bir son değil ancak yeni bir yaşamın başlangıcı olabilir. Büyük filozof Sokrates, Platon’un Phaidon kitabında Kebes’le ölümden sonraki hayat hakkında bir diyaloğa girer. The Fountain filminin konusuyla direkt alakalı olduğu için diyalogun bir kısmını vermek istiyorum.
…Sokrates: “Öyle ise demin sözünü ettiğim bu iki karşıt çiftten birini, kendisini çifte doğuşunu sana ben anlatacağım. Ötekinden sen bana söz edersin. O halde birinin uyku ötekinin uyanıklık olduğunu, uykudan uyanıklığın uyanıklıktan da uykunun doğduğunu, doğuşlardan birinin uyumak(ile), ötekinin uyanmak ile sonuna vardığını sana hatırlatırım. Bunu yeteri derecede açık buluyor musun?”
Kebes: “Açık, çok net.”
Sokrates: “Hayatla ölüm hakkında da böyle olup olmadığını şimdi sen bize söyle. Hayatı ölümün karşıtı olarak kabul ediyor musun, etmiyor musun?”
Kebes: “Kabul ediyorum tabii ki.”
Sokrates: “Ya birinin ötekinden doğduğunu kabul ediyor musun?”
Kebes: “Evet onu da kabul ediyorum.”
Sokrates: “O halde hayattan ne doğar?”
Kebes: “Ölüm.”
Sokrates: “Ya ölümden ne doğar?”
Kebes: “Hayat. Bunu itiraf etmem lazım.”
Sokrates: “Kebes, demek ki canlı varlıklar ve bütün canlı şeyler, ölmüş şeylerden geliyor.”
Kebes: “Görünüşte öyle.”
Sokrates: “O halde ruhlarımız öldükten sonra hadeste yaşıyorlar.”
Kebes: “Olabilir.”
Sokrates: “Bu iki karşıt halin çifte doğuşuna gelince, onlardan hiç olmazsa biri açık değil midir? Ölümün ne olduğunu açık olarak biliyor muyuz, bilmiyor muyuz?”
Kebes: “Elbette biliyoruz.”
Sokrates: “Öyle ise ne yapacağız? Ölüm için kendi karşıtını doğurduğunu kabul etmeyecek miyiz? Bu yönden tabiatın topal olduğunu mu söyleyeceğiz, yoksa ölümün kendi karşıtını doğurduğunu zorunlu olarak kabul mu edeceğiz?”
Kebes: “Evet (kabul edeceğiz).”
Sokrates: “O zaman bunun karşıtı ne?”
Kebes: “Yeniden yaşamak.”
Sokrates: “O halde yeniden yaşamak varsa, yeniden yaşamak ölülerden yaşayanlara giden bir doğuştur.”
Kebes: “Muhakkak.”
Sokrates: “Öyle ise ölülerin yaşayanlardan doğduğu gibi, yaşayanların da ölülerden doğduğu noktasında anlaştık. İşte bu, ölü ruhlarının ister istemez bir yerde bulunduklarını, oradan da yeniden hayata döndüklerini kabul etmemiz için yeter bir delildir.”

The Fountain, bize Tomas’ın sürekli taşıdığı ve filmde önemli bir yer tutan Ouroboros yüzüğüyle bize ölüm döngüsünü gösterir. Ouroboros, kendini yiyen bir yılan veya ejderha figürüdür. Kendini yiyerek sürekli kendini yeniden yaratır. Ouroboros The Fountain’de bize ölüm ve yaşam döngüsünü anlatmak için kullanılır.
Karakterlerin Temsil Ettiği Anlamlar
The Fountain’de Isabel’in kafa yapısı biraz önce bahsettiğimiz pisagorcu evren tasvirine yakındır. Isabel’in The Fountain filmindeki görüşlerini toparlarsak şunları söyleyebiliriz: Beden ruhun hapishanesidir; Kişi kendi nefsini yok ederek özgürlüğe kavuşur bu da ölümle olur; Kişi kendini bedenine ne kadar kaptırırsa o kadar hapis hayatı yaşar arzularının esiri olur ve ölümden korkup ölümü kabullenemez; Ancak ölüm bir son değil yeni bir hayatın başlangıcıdır; Ölümün olduğu yerde yaşam başlar. Yeni çiçeklerin açması için birilerinin solması. Yeni yıldızların doğması için eski yıldızların ölmesi şart, vücudumuzda bile enerji kazanabilmek için yediğimiz yemeklerin parçalanması gerekir. Daha iyi uygarlığa ulaşabilmek için kötü uygarlığın yıkılması. Güzel devrimlerin olması için eskinin yıkılması, yeni fikirler elde edebilmek için zihnimizdeki putların kırılması vs. gerekir. Kısacası yapım, yıkıma bağlıdır evren bu ikisinin birbirine uyumuyla çalışır. Evrendeki her şeyin birbiriyle savaş halinde olması doğanın kuralıdır. Bilge kişi doğanın bu kuralını kabullenip doğaya uygun yaşayandır.
The Fountain’de Isabel karakteri evrene uyum sağlayan, ölümü kabul etmiş, ölümle yüzleşmeyi başarabilmiş bilge insanı temsil eder. Tom ise hayatı tamamen materyalist çerçeveden yorumlayan ve kendini nefsine kaptırmış doğayı kabul etmeyi başaramamış bu yüzden ölümden korkan kişidir. The Fountain’de Tom, kanser hastası olan eşi Isabelin ölecek olmasını asla kabul edemez ve hayatını bilimi kullanarak ölümsüzlüğü bulmaya adar. Yani doğayı kırarak biraz önce Sokrates diyaloğunda geçtiği gibi tabiatı topallaştırmaya çalışmaktadır. Ancak Tom, bu arayışı yaparken kendisini Isabel’le birlikte geçireceği güzel anlardan mahrum bırakır. Ölümle yüzleşememek, Tom’un hayattaki güzel ve tekamülünde olacak önemli şeyleri görememesini sağlar. Isabel yazdığı The Fountain kitabıyla Tom’u bir yolculuğa sokmay, onu bilgelik yoluna sokmayı amaçlamaktadır.
Ruhani Yolculuk ve Ölümle Yüzleşmenin Özgürlüğü
The Fountain’ de Isabel, içinde bulundukları durumu Tom’a anlatmak için bir kitap yazmıştır. Adı The Fountain olan bu kitabın sonunu boş bırakmış ve ölürken Tom’a doldurması üzere vermiştir. Kitap olarak The Fountain, İspanya kraliçesi olan Isabel’in Tom’u hayat ağacını bulmak için görevlendirmesiyle başlar. The Fountain’de Tom, hayat ağacını bulma yolculuğunun sonunda bir koruyucuyla karşılaşır. Tevrattan anlatılar vermeyi seven Darren Aronofsky burada da hayat ağacının olduğu yeri cennet gibi tasarlamış. Cenneti koruyan bu koruyucuya da tevratta cenneti korumakla görevli varlık olan keruv diyebiliriz. Tom keruvu yendikten sonra hayat ağacına ulaşır. Normalde bu ağacın bir parçasını yediğinde ölümsüz olması gerekirken Tom ağacın kabuklarını yedikten sonra vücudunun her yerinden bitkiler çıkmaya başlar ve kendisi bir ağaca dönüşür. The Fountain yine aslında ölüm diye bir şeyin olmadığı yalnızca dönüşümün olduğuna dair bir vurgu yapıyor.
The Fountain üç kısımlı ilerler öncelikle Tom’un ve Isabel’in dünyadaki hayatları, ikincisi Tom’un ruhani yolculuğunu gösteren hayat ağacıyla beraber Xibalba yıldızına doğru gittiği bir görüntü, son olarak da The Fountain kitabının hikayesinin görüntüleri. The Fountain’ de sona yaklaştığımızda Tom’un ruhsal yolculuğunu gösteren sahneler ağırlık kazanır. Buradaki ruhsal yolculuk Tom’un zihnin içidir belki de kitabı tamamladığı yerlerdir. Tom, The Fountain kitabında bir ağaca dönüştükten sonra ruhani bir boyutta Xibalba yıldızına doğru ilerlemektedir. Bu baloncuğun içinde hayat ağacından sürekli yiyerek hayatta kalmaktadır ve sürekli ölümü sorgulamaktadır. Kendiyle savaş halinde olan Tom, The Fountain’in sonunda artık ölümü kabullenerek tekamülünü bitirir. Bu andan itibaren nirvanaya ulaşır ve Xibalba yıldızının tozlarına karışarak evrenle bütünleşir.
The Fountain’in hikayesi burada biter. Asıl hayatta Tom’da artık Isabel’in The Fountain kitabıyla ona sunduğu bilgelik yolunu başarıyla yürümektedir. Artık ölümü kabul etmiş bir şekilde Isabel’in mezarına gider Isabel’in mezarına Isabel’in ona verdiği tohumu bırakır. Tohum burada doğuşu simgeler. Artık ölümden korkmayan ve ölümsüzlüğü aramayan Tom, uğruna ölümsüzlüğü aradığı eşi Isabel’e veda eder ve The Fountain sona erer.

The Fountain, yalnızca Tom’un tekamüldeki yolculuğu değil bizlerin de bir yolculuğudur. Ölümü kabul etmeyen kişi tekamülünde başarılı olamaz. Çünkü ölümü düşünmekten veya hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktan gerçekten önemli olanları kaçırır. Hayatın ve Evrenin hakikatlerine gözlerini yumup erdemli yaşamı unutur. Darren Arofonsky, filmlerinde doğru ya da yanlış birçok anlatıya ve felsefe yer veren bir yönetmen. The Fountain’de şüphesiz onlardan biri. Onun filmlerinden kendimize katabileceğimiz ve faydalanabileceğimiz birçok anlatının ve fikrin olduğunu düşünüyorum. Diğer filmlerini de beğenmeme rağmen The Fountain bence bu konuda yönetmenin zirve filmi. Ayrıca “Bir Rüya İçin Ağıt” filminin de efsane müziğini yapan Clint Mansell’in The Fountain’de de ne kadar başarılı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.